Aidiyet bir çeşit “var olma arzusu” mu?

Yasam

Moderator
Aidiyet bir çeşit “var olma arzusu” mu?

Kalabalık bir ortamda olduğumuzu hayal edelim. İnsanlar gülüyor, sohbet ediyor ama bizim içimizden konuşmak gelmiyor. Sanki herkes birer ritim bulmuş, bizse o ritimleri kaçırmış gibiyiz. Ve tam o anda içimizden tanıdık bir cümle geçiyor: “Ben buraya ait miyim?” Klinik Psikolog, Psikoterapist Dr. Yasemin Meriç Kazdal yazdı.

Aidiyet… Basit bir kelime gibi görünür ama ruhun derinliklerine dokunur. Bir yere, birine, bir fikre ya da bir kimliğe ait hissetmek; insan olmanın temel psikolojik ihtiyaçlarından biridir. Çünkü hepimiz bir şekilde “görülmek, duyulmak ve kabul edilmek” isteriz.

Bir çocuk düşünün… Annesi işten dönmüş ve heyecanla çizdiği resmini annesine göstermek için sabırsızlanıyor: “Bak anne, bugün ne yaptım!” Annesi yorgun bir sesle “Sonra bakarım” deyip geçiyor. O an çocuğun içindeki heyecan, yerini sessiz bir durgunluğa bırakıyor. Ama başka bir gün, anne aynı resme bakıp “Vay canına, çok güzel olmuş!” dediğinde çocuğun içi yeniden ışıldıyor. İşte bu anda, çocuğun iç dünyasında küçük bir “ait olma duygusu” filizleniyor. Çünkü aidiyetin temeli, insan varlığının bir başkası tarafından fark edilmesiyle atılır. Bir çocuk için bu, güvenin ve kendine inanmanın ilk kıvılcımıdır.

Aidiyetin Yıllar İçindeki Değişimi



Ergenlikte ise bu ihtiyaç daha yoğun şekillerde karşımıza çıkabiliyor. Kimlik arayışı dönemindeki gençler, ait hissedebilmek için kimi zaman kıyafetlerini, müzik zevklerini ve konuşma tarzlarını bile değiştirebiliyor. Oysa aidiyet, uyum sağladığımız yerde değil; kendimiz olabildiğimiz yerde başlar. Kalabalığa karışabilmek, her zaman ait olmak anlamına gelmez. Aidiyet, insanın kendi sessizliğinde, kendiyle kurduğu o derin bağda filizlenebilir.



Yetişkin olduğumuzda da benzer hisler içerisinde olabiliyoruz. Bir iş toplantısında fikirlerimizi paylaştığımızda kimsenin bizi gerçekten dinlemediğini fark etmek ya da bir ilişkide varlığımızın tam olarak anlaşılmadığını hissetmek… Belki sadece mekân değişiyor; artık okul bahçesinde değil, iş yerinin toplantı odasında ya da bir ilişkinin içinde oluyoruz. Ama geçmişte yaşadığımız o his aynı kalıyor. Aidiyetin özü değişmiyor; sadece biçim değiştiriyor. Çocukken görülmeyi bekliyoruz, büyüdüğümüzde ise görülürken anlaşılmak istiyoruz. Artık mesele, başkalarının bizi duymasından çok, kendimizi ifade ederken gerçekten görülüp görülmediğimizle ilgili hale gelebiliyor. Bazen bir bakış, bir sessizlik ya da bir gülümseme bile “Ben burada var mıyım?” sorusunu bizlere yeniden hatırlatabiliyor.



İÇİMİZDEKİ AİDİYET
Aidiyet, fiziksel olarak bir yerde bulunmak değil; değer görmektir de diyebiliriz. Ve çoğu zaman o değer, başkalarından önce kendi içimizdeki filizlenmeyle başlıyor. Kendine ait hissedemeyen, bir yere tutunmakta da zorlanabiliyor. Kendine ait hissetmek ise “Ben olduğum halimle yeterliyim” diyebilmekle başlar. Bir sabah aynaya baktığımızda, “Bugün elimden geleni yapacağım” diyebilmek, bir başarısızlığın ardından kendimizi acımasızca yargılamak yerine, “Evet, bu olmadı; ama nerede hata yaptığımı görebiliyorum ve gelişiyorum” diyebilmek... İşte aidiyetin içsel zemini tam da burada oluşur.



Bazense o huzurlu “ait hissetme” hali kaybolabilir. Bir ayrılıkla, bir kayıpla, belki de bir başarısızlıkla… “Artık hiçbir yere ait değilim” duygusu kapımızı çalabilir. Ama aslında aidiyet dediğimiz his, sabit bir adres değildir. Hayat değiştikçe, biz de değişiriz; bazen bir şehir, bir iş, bir ilişki ya da bir çevre bize artık dar gelmeye başlayabilir. Bu, kaybolduğumuz anlamına gelmez sadece içimizde yeni bir yer açılıyordur. Bazen bir dostumuzun gülüşünde, bazen uzun zamandır ertelediğimiz bir yürüyüşte, bazen de sadece kendi nefesimizi duyduğumuz sessiz bir anda o hissi yeniden bulabiliriz.



Aidiyet bir varış değil, bir yürüyüştür. Ve yolun sonunda fark ederiz ki, ait olduğumuz yer aslında değişen dönüşen kendi varlığımızdır.
 
Geri
Üst